İlk durağımız Edam’a geldiğimizde bir heyecan kapladı içimizi. Çünkü müthiş bir atmosfer vardı Edam’da. 2 saatte gezeriz dediğimiz küçücük kasabayı 5 saatte zor bitirdik. Otobüsten inince ilk olarak tatlı kasaba evleri karşıladı bizi. Hemen daldık aralarına. Bir veya iki katlı evler, süsleme konusunda adeta birbirleriyle yarışıyordu. Bir tane bile düzenlenmemiş bahçe, önüne çeşit çeşit biblolar konulmamış cam göremedik bu harika yerde.

Peynirleriyle dünyaya ün salmış bu küçücük kasabanın içinde, küçücük bir peynir dükkanı vardı.  Görür görmez girdik içeri. Burada Edam Peyniri dışında Fransa’dan, Almanya’dan, İsviçre’den gelen harika peynirler de satılıyor. Ancak satıcı bize “eğer uzun bir yolculuktaysanız (-ki öyleydik) Edam Peyniri almanızı öneririm” dedi. Çünkü Edam Peyniri balmumu ile sarıldığı için buzdolabı gibi serin bir yere koymadan yıllarca muhafaza edilebiliyor. Ardından ikram için bırakılan birbirinden değişik peynirlerden bazılarının tadına bakıp çıktık oradan.

Her zamanki gibi bol yağmurlu bir güne denk geldiğmiz ve şemsiyelerimizi de yanımıza almadığımız için baya zor anlar yaşadık Edam’da. Hollanda’da evlerin çatısı bizimki gibi öne meyilli olmadığı için sığınacak hiç bir yer bulamadık. Sırılsıklam gezerken aralık bir kapı gördük. Yağmurdan kafamızı bile kaldıramadığımız için okul zannettiğimiz bu binaya giriverdik o anda. Kapının arkasında bir kapı daha vardı. Girelim mi, çıkalım mı derken beyaz saçlı bir amca çıktı kapının arkasından. Bizi gördüğüne de hiç şaşırmadı. Sıcak bir gülümsemeyle, hoşgeldiniz, içeri geçsenize dedi. Biz nedir, ne değildir derken adam içeriye bizimle eşlik etti. Bir anda tüm gözler bize döndü. Meğersem kasabanın küçük kilisesine gelmişiz ve 60 – 70 kadar yaşlı insan ayinlerini yeni bitirmiş, sohbet ediyorlar. Biz hayretler içinde etrafı incelerken (daha önce kiliseye girmiştik, ancak kadınlar günü havasında geçen bir ayine ilk kez rastlıyorduk) adam bize kahve getirdi. Bazı kadınlar kurabiye tarzında kuru pastalar ikram etti. Derken adam; ben balığa yetişmek zorundayım, siz burada ısının, keyfinize bakın dedi ve gitti. Kadınlardan biri bizimle alakadar olmaya devam etti. Yurtdışında da muhabbetler nerelisinden açıldığı için Türk olduğumuzu öğrendi hemen ve Türkiye’ye geldiğini özellikle Kapadokya ve Pamukkale’ye bayıldığını anlattı.

Buraya kadar her şey yolundaydı. Herkes birbiriyle konuşuyor, bir şeyler içiyor, sosyalleşiyor; biz de bir yandan kadınla sohbet ediyor, diğer yandan etrafı izliyorduk. Kadınla konuşmamız bittikten sonra işin rengi ciddi anlamda değişti. Maksadın sosyalleşmek ve tanışmak olduğu ortamda tek gençler biz olduğumuz için, her gören yanımıza geliyor, nerelisiniz diye soruyor, Türküz diyince şaşırıyor, müslüman mısınız sorusunu yapıştırıyor, evet cevabını alınca resmen “oldu o zamaaaan” diyerek dönüp gidiyordu. Zaten biz de ayin olduğunu öğrendiğimiz an insanların rahatsız olabileceklerini düşündüğümüz için girmekte bile tereddüt ettiğimiz bu yerden nasıl çıkarız diye düşünürken, balığa giden adam ve Türkiye’de bulunan kadının misafirperviliğiyle birazcık daha kalmaya karar vermiştik. Derken birisi tuttu, bunlar yabancı, kilisemize ziyarete gelmişler diyerek, iri yarı ama kısa boylu papazı yanımıza getiriverdi. Papaz da bizi İngiliz zannederek (ki tipimiz hiç benzemiyor) yarım yamalak ingilizcesiyle, büyük bir mutlulukla bize hoşgeldiniz, ingiliz misiniz gibi sorular sormaya başladı. Biz hayır Türküz der demez de işin rengi değişti. O ana kadar kimse uyarmadığı halde, kafalarımızda bulunan bereleri çıkarmamızı, burada bere takmanın yanlış olduğunu söyledi. Dışarısı soğuk ve aşırı yağmurlu olduğu için berelerimizi kafamızda unutmuştuk. Kiliselerde özellikle erkeklerin kafasına herhangi bir şapka takması saygısızlık olarak kabul edildiği aklımıza dahi gelmemişti. Ama farkında olsaydık, insanların inançlarına saygıılı olduğumuz için çıkarırdık. Haliyle bu insanları üzmemek adına kafamdaki şapkayı çıkarmaya yeltenince de, neyse önemli değil tarzı bir şeyler diyip, siz camilerde şapka mı takıyorsunuz gibi sorular yöneltmeye başladı. Ağzımızı aççağımız an da, başka bir şeyler söyleyerek konuşmaya devam ediyordu. Camiye gidiyor musun, ben sizdeki imam oluyorum, hahaha, kitabımız bu, ben imam gibi çıkıp onu okuyorum, biliyor musun, diye ardı ardına sıraladı cümlelerini. Biraz da hoşnutsuzluğu belli eden bir iki şey söyleyip, bir kaç da saçma espri yaptıktan sonra da gitti. Hiç dinlemediği, sürekli konuştuğu için beni çileden çıkarmış olsa da, farklı kültürleri tanımak isteyenler için bu kasaba yapılan ayinlerin son derece ilginç bir şekilde bittiğini söyleyebilirim.




Tekrar dışarı çıktığımızda yağmur azalarak devam ediyordu. Edam halkı yağmur yağdığı an elinde kovası, oltası kanal boyu diziliyor ve balık tutuyor. Biz de bu sahneye şahit olduk uzun uzun. Arkasından demin bahsettiğimiz peyniricinin yanında bulunan hediyelik eşya mağazasından pazarlık yaparak sadece 3-4€’ya bir şemsiye aldık. Ki bu fiyat bizim gibi kış döneminde orada bulunanlar için çok iyi. Dememiz o ki, özellikle Batı ve Kuzey Avrupalılar pek pazarlıktan hazzetmedikleri halde, burada rahatça yapabilirsiniz, aklınızda olsun. Ancak eğer rotanızda Volendam da varsa, hediyelik eşyalarınızı kesinlikle buradan almanızı öneririz, çünkü Amsterdam’da olduğundan bile daha ucuzlar.

Maceramıza geri dönecek olursak; kanalları süsleyen köprüler, yağmur çamur demeden bisiklet süren insanlar, etrafta dolaşan ördeklerin arasından  geçip gittik Edam’dan. Bu tatlı köy aklımızda en çok kilisesiyle kaldı. Kim bilir belki bir gün yolumuzun üstü yine Edam’dan geçebilir.

Yazan:

yolumuzunustu

Yazmak için değil; daha güzelini yaşatmak için yazıyoruz!